Var Olusculuk  Felsefesi
VAR OLUŞÇULUK TANIMI

Varoluşçuluk(İng. existentialism; Fr. Existentialisme,  Al. existentialismus) İnsanın varoluşuyla doğal nesnelerin varlık türü arasındaki ilişkiyi vurgulayan; iradesi ve bilinci olan insanların, irade ve bilinçten yoksun nesneler dünyasına fırlatılmış olduğunu öne süren felsefe anlayışıdır. S. Kierkegaard, J. P. Sartre, K. Jaspers, M. Heidegger, F.Dostoyevsky, G.Marcel gibi filozoflarla anılır. Genel olarak, “dünyada insan olarak var olmanın ne olduğunu” açıklama amacındadır.

Düşünürler varoluşçuluk nedir sorusuna farklı yanıtlar vermiştir. Weil’e göre varoluşçuluk bir bunalım, Mounier’ye göre umutsuzluk, Hameline’e göre bunaltı, Banfi’ye göre kötümserlik, Wahl’a göre başkaldırış, Marcel’e göre özgürlük, Lukacs’ya göre idealizm, Benda’ya göre usdışıcılık, Foulquie’ye göre saçmalık felsefesidir. Heinamann’a göre varoluşçuluğun gerçek bir tanımı yapılamaz. Çünkü varoluşçuluk sözcüğünü kucaklayan tek bir öz, tek ve değişmez bir felsefe yoktur. Bu sözcük, aralarında derin farklar bulunan çeşitli felsefeleri gösterir. Sartre da Heinamann gibi varoluşçuluğa ilişkin tek ve belirgin bir tanım yapmaktan kaçınmaktadır.

VAROLUŞÇULUK TARİHİ

Bir sistem ya da okul olmaktan çok filozofların münferit ilgileri ile oluşan felsefi anlayıştır. Varoluşçuluğun iki ayrı temelden kaynaklandığı söylenebilir. Bunlardan ilki kendi içinde 1.dini ve 2.laik görüşe sahip etik gelenektir. Birincisinde S. Kierkegaard, ikincisinde ise Nietzsche bulunur. İrade sahibi varlık, iradi bir fail olarak insana verdiği önemle ayrılır. Varoluşçuluğun temelindeki ikinci bölüm ise, varoluşçu felsefeye bir yöntem sağlayan, insanın dünya ile olan ilişkisine dair sistematik bir açıklama için gerekli altyapıyı tedarik eden fenomenolojidir. Varoluşçuluğun: etik gelenekle, Husserl fenomenolojisinin birleşiminden meydana geldiği söylenebilir.

Varoluşçuluk insanın evrendeki yerini, var olmanın niteliklerini, varlığın etki ve tepkilerini soruşturur. Bireyin yaşamına odaklanır. Evrendeki yeri, benliği ve var olma nedenini sorgular. Varoluşçuluk çoğunlukla bireysel sorgulamaya bağlıdır. Bireyin hayat boyunca yaptığı seçimler, zorunluluklar ve sorumluluk kendi içinde muhasebeyi getirir. Bunalıma sürüklenen birey özünden git gide uzaklaşarak kendine yabancılaşır. Varoluşçu felsefenin de üstünde derinlemesine durduğu konu yabancılaşmadır. İnsan varoluşsal açıdan bir amaca, bir anlama sahip değildir. Dünyaya fırlatılmış bir nesne gibidir. Birey başka insanlarda yalnızca kendi olumsuz tavrını, tepkisini görür. Sonluluğa yakalandığını algılar.


İkinci Dünya Savaşının sonlarında Avrupa’da başlayan ve gelişerek hızla yayılan akım daha sonrasında Amerika’da yayılmaya başlamıştır. Alman İşgaline karşı Jean Paul Sartre ve Albert Camus gibi düşünürlerin de rol aldığı Fransız Direnişi düşüncenin nirengi noktasıdır.  Soren Kierkegaard, Max Scheler, Karl Jaspers, Gabriel Marcel gibi isimler var oluşa teolojik olarak yaklaşmış, çoğunlukla hristiyan savlarına uymuşlardır. Friedrich Nietzsche, Martin Heidegger ve Jean Paul Sartre gibi filozoflar ise tanrıtanımazdır ve laik görüşler öne sürmüşlerdir. Varoluşçuluğun temeli Heidegger, Jaspers ve Sartre’ın eserlerine dayanır. Öncü düşünürleri ise Paskal, Kierkgaard ve Nietzsche’dir.

VAROLUŞÇU DÜŞÜNÜRLER

Bir ana akım olarak düşünüldüğünde, Blaise Pascal (1623-1662) var oluşa dair sorgulamaları ilk dile getirenlerdendir. İnsanın bir yanı ile Tanrı’ya, bir yanı ile içinde yaşadığımız evrenin yasalarına bağlı olduğunu, insanın bütün öneminin ve değerinin düşünen bir tinin, bir usun taşıyıcısı olmasından ileri geldiğini söyler. Pascal’a göre insanın en önemli özelliği düşünebilmesidir. Bundan dolayı “ben, bilen, gören kişiyim” der ve bu durumun da insanı mutsuzluğa sürüklediğini öne sürer. Ona göre varlık ve hiçlik arasında duran insan güvensizlik- tedirginlik içinde yerini arar durur.Kendini arayan kişinin seçimlerinin de alın yazısını belirlediğini söyler. Pascal, insanın tedirginliği yüzünden çektiği acılardan ancak din ile (Hristiyanlık ile) kurtulacağını düşünmektedir.

Søren Kierkegaard (1813-1855) Hristiyan bir düşünür olmasına rağmen ateist varoluşçu düşünürlere de öncü olmuş, onları da derinden etkilemiştir. Dini eğitim almış olan Kierkegaard, modern anlamda varoluş terimini ilk kez kullanmıştır. Ona göre insan; ezici bir varoluşun, kaçınılmaz bir yazgının, bir iç sıkıntısının esareti altında yaşar. İnsan, sonsuzluk ile sonlunun, geçici ile kalıcının, özgürlük ile zorunluluğun bir sentezidir. Yaşam çelişkiden başka bir şey değildir. Bu umutsuz yaşamda sığınılacak yer olarak Tanrı’yı ve dini kabul görmüştür. Enten-Eller (Ya/Ya da; 1843), Frygt og Baeven (Korku ve Titreme; 1843), Gjentagelsen (Yineleme; 1843), Philosophiske Smuler (Felsefi Kırıntılar; 1844), Bebrebet Angest (Kaygı Kavramı; 1844), Stadier paa Livets vei (Yaşam Yolunda Aşamalar; 1845), Forførens Dagbog (Baştan Çıkarıcının Günlüğü) isimli çalışmalarında var oluşu sorun edinmiş, tanrıyı çözüm olarak görmüş, bunu yaparken kişinin Tanrısız bir  evrende nasıl yaşayacağını seçme özgürlüğünü vurgulamıştır. Böylelikle insan odaklı düşünceler üzerinde de bir etki yaratmıştır.

Martin Heidegger (1889-1967) Var olmak nedir sorusunun cevabını sadece insanın kendisinde bulabileceğini söyler. İnsanın varoluşu “dasein”dir. Dünyada olmaktır. Dünyada-olmak, dünyada aynı şekilde var olan başkalarıyla birlikte-olmayı da gerektirir. Öteki insanlar aynı zamanda bizimle birlikte bulunurlar, bizim varlığımız öyleyse öteki insanların varoluşuna, birlikte olmaya da bir göstergedir. Öteki varolanı bilmem, varlığıma ulaşmam için önemli bir unsurdur. İnsan yabancı olduğu bu dünyada sınırsız bir özgürlüğe sahiptir ve bu özgürlük içinde kendini oluşturur. İnsan durmadan belli sınırları aşıp kendini gerçekleştirir, varoluş sürekli bir aşamadır. Var oluşta yalnızızdır ancak bu yalnızlığı ve terk edilmişliği algılayışımız, tüm hayatımınızın temel motifidir. İnsan hiçbir neden yokken bu dünyaya özsüz bir şekilde fırlatılmıştır ve yine nedensiz bir şekilde ölecektir.

Jean Paul Sartre (1905-1980) roman, oyun, öykü yazdığı gibi felsefe metinleri de yazmıştır. Hegel, Husserl, Heidegger, Jasper ve Kierkegaard’dan etkilenmiştir.“Fenomonolojik Ontoloji Üzerine Bir Deneme” başlıklı yazısında iki ayrı varoluş tarzı olduğundan bahsetmektedir. Bunlardan biri “kendisi olarak var olma” diğeri de “kendisi için var olma” dır. “Kendisi olarak var olma” nesnel var olmadan ibarettir, kendisi gibi olan bir var olmadır bu ve neyse odur ve o şekilde vardır. “Kendisi için var olma” olduğu gibi olmayan ve olmadığı gibi olan bir var olmadır. “Kendinde varlığı”, “kendisi için varlık”a dönüştüren “hiçlik” tir. Kişi, “kendisi için varlık”a dönüşürken, kendinden bir ayrılma, bir yarılma ile varlıkta bir delik açılır. “Hiçlik varlığın deliğidir, kendinde’nin çökmesiyle kendisi-için meydana gelir. Kendisi için böylece kendinde’nin bilgisi içinde görünürleşir.

Sartre’ın varoluşçuluğu edebiyatta “bulantı, iç sıkıntısı” gibi varoluş sancılarıyla ortaya çıkar. Sartre’ın düşüncesinde insan özgürlüğün kucağına bırakılmış ve özgürlüğe mahkum bir varlıktır. Özgürlüğü insana mutluluk vermese de onu oluşturan tek şeydir. İnsan özgürlüğü ile hiçliğe ulaşır ve hiçlikle de “kendisi için varlık” ı, kendi özünü oluşturur. Sartre, insanın önceden belirlenmiş bir özü olmadığını, onun dünyaya yüce bir varlık tarafından tasarlanıp belirlenmiş bir özle gelmediği için kendi özünü, özgür seçimleriyle sonradan yarattığını, kısaca varoluşun özden önce geldiği sonucunu çıkarır.

Albert Camus (1913-1960) saçmalık, başkaldırı ve intihar gibi çağdaş varoluşçuluğun özgün temalarını romanlarında ve oyunlarında işlemiştir. Camus de insanın kendisine yabancı olan bu dünyaya nedensiz bir şekilde bırakıldığı görüşündedir. Bunu “absurde” sözcüğü ile açıklar.
Sözlüklerde “akla, mantığa uymayan; abes, boş, saçma, anlamsız olarak tanımlanmaktadır. Geniş anlamda felsefi bir terim olarak absurde, “anlamı olmayan her şey”dir. Camus, büyük şehirde monoton bir şekilde yaşayan modern insanın sıkıntılarını dile getirerek, bu sıkıntıların onu varoluşunu sorgulamaya götürdüğünü ve bunun sonucunda da saçma ile karşılaştığı düşüncesini ortaya koymuştur.  Varoluşunu sorgulayan yalnız birey, içinde bulunduğu sıkıntıdan intihar veya başkaldırı ile kurtulabilir.

Franz Kafka (1883-1924) da diğer varoluşçu yazarlar gibi çağının olumsuz yanlarını eserlerinde yansıtmayı sorumluluğu olarak görmüştür. Varoluşçu edebiyat alanında önemli eserler veren Kafka, eserlerini tamamen kendine özgü tarzı ile yazmıştır. Kafka’nın bu öznel tarzı edebiyatta Kafkaesk üslubu olarak adlandırılır. Eserlerinin ana teması “yabancılaşma” dır. Özellikle Die Verwandlung (1913; Dönüşüm) adlı eserinde tamamen topluma ve kendine yabancılaşmış bir karakter yaratmıştır.Eserlerinin ağırlıklı merkezini insan ve insanın yaşamı olarak ele alan Kafka, Das Schloss (1926; Şato) ve Der Protess’te (1925; Dava) insanın varoluşunu, bir türlü ulaşamadığı istikrarlı, güvenli ve parlak bir gerçeklik olarak betimlemiştir.Eserlerinde yalnızlık, umutsuzluk ve iç sıkıntısı gibi varoluş problemlerini işlemiştir.

Georg Lukacs(1885-1971)’a göre varoluşçuluğun gelişimi üzerinde etkisi bulunan sorunlardan biri yaşamın anlamını yitirmesidir. İnsan kendi yaşamındaki merkezi, ağırlığı ve bağlarını yitirmektedir; bu yaşamın onu kabul etmeye zorladığı bir olgudur ve bu uzun süredir bilinmektedir. Bu sorunla yüz yüze gelen insan “Yaşamım nasıl anlam kazanır?” sorusunu sorar. Lukacs, yaşamının anlamını kaybetmiş insanın esas sorunu olarak, özellikle insanların kendilerine fetişler yarattıklarını ve bu yarattıkları fetişlere tapıp, secde edip, kurban sunmaları olarak görmektedir. Bu fetişlerin ortaya çıkmasına neden olarak kapitalist ekonominin yapısını görmektedir ve örnek olarak da parayı göstermektedir. Dünyaya karşı tiksinti duyan insan kapitalist iş bölümünün bir sonucu olarak komün hayatını yitirmesiyle, kolektif yaşamın insanlık dışı bir hal alması ve insan ilişkilerinin toplumsal faaliyetten kopmasıyla serseme döndüğünün farkında değildir. Lukacs, idealizmin, nesnelciliğin ve bilimselciliğin karşıtı olarak düşünülen varoluşçuluğa yapmış olduğu eleştiriler ile farklı bir bakış açısı kazandırmıştır.

ALINTILARLA VAROLUŞÇULUK NEDİR

Elbette bir şeyin tanımlanamaması yok olduğunu göstermez onun. Nitekim aşkı, şiiri, elektriği de tanımlayamıyoruz, ama yok da sayamıyoruz. Çünkü her gün onların çeşitli belirtileriyle karşılaşıyoruz. Tıpkı, sık sık varoluşçu ürünlerle karşılaştığımız gibi… Jean Paul Sartre

İnsanoğlu madem ki dünyaya atılmıştır, kendi başına bırakılmıştır, öyleyse yaptıklarından sorumludur. Nitekim o, kendini nasıl kurarsa öyle olacaktır. Tasarılarına, seçmelerine, eylemlerine göre varlığına bir öz kazandıracaktır. Edimleriyle kendini gerçekleştirecektir. Gerçekleştirmelidir. Jean Paul Sartre

İnsan kendini nasıl yapıyorsa öyledir; varlığın temel seçmesi olan bir tasarıyla önce kendini belirler ve sonra gidişatının bütünü içinde ortaya çıkar. Bu tasarıyla insan, kendini seçerken bütün insanları da seçmiş olur. Çünkü o tasarıyla gerçekleştirilmesi gereken bir insan imgesi kurar. Onun için seçme bir değerlendirmedir. Böylece her insan her an bir insanlığa bağlanır. İşte, varoluşçuların bunaltıyı özgürlük içinde bırakılmışlığın bir belirtisi gibi görmeleri bundandır. Bunaltı gelip bir yerde sorumluluk duygusuna yani eyleme ve ahlaka dayanır. Varoluşçuluk, ahlakı bir nesnel değerler düzenine değil, insanın kökten özgürlüğüne dayandırır: ‘İnsan özgür olmaya mahkumdur…

Varoluşçuluğun öznelciliğine gelince, o da –komünistlerin ileri sürdükleri gibi- burjuva kökenli oluşunun bir belirtisi değildir; insanı bir nesne gibi görmeyi istemeyişinin bir işaretidir. Çünkü bu öznelcilik, özneler arası ilişkileri kapsar; insan varoluşu, ancak başkalarıyla olan ilişkilerine göre belirlenir, evrenselliği de özünde değil durumundadır: Her insan durumunun somut gerçekliğiyle öbür insanlara bağlanır. Bundan dolayı, özgürlüğün hem tek insan için hem de bütün insanlar için istenmesi gerekir. Böylece, özgürlük ve insancılık temeli üzerinde bir ortaklaşalık meydana gelecektir. Bu, açık bir insancılıktır, her gün yeniden kazanılacaktır. Nedeni şu: Bu insancılık, her gün yeniden elde edilmesi gereken bir insan özgürlüğünü amaçlıyor, bir veri olarak görmüyor onu. Jean Paul Sartre- Varoluşçuluk

Herhangi bir düşünce okulundan olmamak, herhangi bir inançlar kümesini özellikle sistemleri yetersiz görmek, sığlığını, bilgiçliğini, yaşamdan yoksunluğunu ileri sürerek gelenekçi felsefeyi açıkça küçümsemek. İşte varoluşçuluğun çıkış noktası. Walter Kaufmann

“ O zaman yaşamın etiksel görüşünde, bireyin görevi kendisini içselliğin belirleyiciliğinden yoksun bırakmak ve ona dışsalda bir ifade vermektir. Birey bunu yapmaktan kaçındıkça, duygu, ruhsal durum vs.’nin içsel belirleyicisinde kalmak istedikçe ya da buna tekrar kapıldıkça, günah işlemektedir, bir ayartma durumundadır…/ …Acı çekmenin gerçekliği, dinsel yaşam için esastır. Oysa ahlaksal olarak bakıldığında acı çekmek varoluşta rastlantısal, olası ve sonlandırılabilir bir konumda bulunur; bununla birlikte, dinsel olarak bakıldığında, acı çekmenin bitmesiyle dinsel yaşam da biter. Bu varoluş evresindeki birey için acı güvencedir. Tek başına olan bu birey kendisini anlatamamanın acısını taşımaktadır, aklı her şeyle uğraşamayacak kadar ciddidir… Soren Kierkegaard- Korku ve Titreme

Her din korkudan ve ihtiyaçtan doğmuştur; aklın hatalı yolları üzerinde ağır ağır varoluşa doğru ilerlemiştir; belki bir ara, bilim tarafından tehdit edilince, daha sonra görebilmemiz için, şu ya da bu felsefi doktrini yalandan kendi sistemine katmış olabilir; ama bu, dinin daha baştan kendisinden şüphe ettiği zamandan kalma bir teolog hilesidir… Friedrich Nietzsche– İnsanca, Pek İnsanca

Birincisi evren (dünya) , ikincisi öznenin, ben’in kuşatanı, üçüncüsü de tümel kuşatanıdır (aşkıncılık) . Bu üç alanda üç varlık türü bulunur. Birincisi nesnel varlık, ikincisi yalnız kendisi için olan varlık, nesnelerin varlığından ayrı, varoluş (existenz) diye nitelenen alandır. Üçüncüsü ise kendinde varlık adı verilen, kavranamayan “aşkınlık”tır. Bu üç oluş biçimi varlığın üç ayrı sınır çizgisidir. Karl Jaspers- Felsefe Nedir?

Öyle ya, kim ve ne hakkında “bunu biliyorum” diyebilirim. İçimdeki bu yüreği duyabiliyorum, var olduğu yargısına varıyorum. Bu dünyaya dokunabiliyorum, onun da var olduğu yargısına varıyorum. Tüm bildiğim burada duruyor, gerisi kurmaca. Çünkü varlığından emin olduğum bu “ben”i kavramaya çalıştım mı, onu tanımlamaya, özetlemeye çalıştım mı, parmaklarımın arasından akıp giden bir su oluveriyor. Bürünebildiği tüm yüzleri bir bir çizebilirim, ona verilmiş olan her şeyi, bu eğitimi, bu kökeni, bu ateşliliği ya da bu susmaları, bu büyüklüğü ya da düşüklüğü de bir bir çizebilirim. Ama yüzlerin toplamı yapılamaz. Benim olan bu yürek bile hep tanımlanamaz kalacak benim için. Varoluşum konusunda vardığım bu kesinlikle, bu güven vermeye çalıştığım öz arasındaki çukur hiçbir zaman dolmayacak. Kendi kendime yabancı kalacağım hep. Albert Camus, Sisifos Söyleni

Her şey şaşmakla başlamıştır. Ne zaman dünyanın derin anlamını sezer gibi olduysam, onun basitliği şaşırttı beni. Albert Camus, Tersi ve Yüzü

KAYNAKÇA
Varoluşçu felsefeden psikolojiye, Yener Özen
Varoluşçuluk ve Jean Paul Sartre Örneklemi, Merih Tekin Bender, PAU.
Kafka ve Atılgan’ın Romanlarının Varoluşçuluk Temelinde Karşılaştırılması, Yüksek Lisans Tezi, Gökhan Eral
http://acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/24486/

0 comments so far,add yours